24 Mayıs 2020 Pazar

"HEAVY TRIP" METAL MÜZİĞİN PEŞİNDE

"HEAVY TRIP" METAL MÜZİĞİN PEŞİNDE


İçinde bulunduğumuz Covid-19 karantina günlerinde izlemek istediğimiz film ve dizilerin araştırmalarını yaparak evde olduğumuz günleri en iyi şekilde değerlendirmeyi planladık. Araştırma evrelerimizden biri de rock ve metal müzik temalı film ve belgesellerdi. Mötley Crüe efsanesini anlatan " The Dirt", Norveç Black Metalinin yaratıcısı Mayhem ve grubun kurucusu Euronymous ile dönemin olaylarını anlatan "Lord Of Chaos", Metallica'nın "Metallica Through the Never" belgeseli, dram öğeleri içeren "Metalhead/Metalci" ve döneme ait verdiği mesajları komedi öğeleri ile harmanlayan "Heavy Trip" listemize dahil oluyordu.

İzlerken geçmişimizden bolca öğeyi görmek anıların canlanmasına neden oldu. Kah güldük kah hüzünlendik kah da düşündük..

Dört yakın arkadaşın, evlerinin bodrumunda Metal Müzik grubu kurarak çalışmaları ve hayallerinin peşinden gitmek istemelerini konu almaktadır. Turo, grubun vokallerini üstlenmiştir ve death metal akımını temsil etmektedir. Elektro gitarda trash metal akımını temsilen Lotvonen, bas gitarda black metal akımını temsilen Pasi (muhteşem bir metal müzik hafizasına sahiptir) ve davulda heavy metal akımını temsilen Jynkky..

İsmi dahi olmayan (daha sonra Impaled Rectum isminde karar verilir.) grup elemanları ayrıca kendi hayatlarının akışını da sağlamakla yükümlüdürler. Huzurevin de, hayvan çiftliğinde ve bir müzik dükkanında çalışmaktadırlar. Grubun lideri vokalist Turo'nun açılamadığı bir aşkı varken aynı zaman da başarısızlık korkusu da yaşamaktadır. Bu korku üzerinde öylesi baskı oluşturmaktadır ki başlarına büyük sıkıntılar açmaktadır. Aynı zaman da da toplumun saçının uzunluğu, metalci oluşundan kaynaklı farklılıklarına karşı verdikleri tepkilere bir türlü karşılık verememesi de üzerindeki baskıyı arttırmaktadır. Kendilerine değersiz, eşcinsel, satanist, terörist yaftası dahi yapıştırılmasına ve davulcu Jynkky'nın bu yolda ölmesiyle dahi hedeflerinden vazgeçmemeleri filmin serüvenini daha da muhteşem bir hale getirmektedir.


Norveç'te gerçekleşecek bir festivale katılmak için çıktıkları yolda da başlarına gelmeyen kalmamaktadır. Komedi öğeleri bu süreçte yüzümüzü güldürse de arka plandaki dram iklimini ruhunuzda hissedebilirsiniz. Her türlü olumsuzluğu aşıp festival sahnesine çıkıp kendi parçalarını izleyici ile buluşturduklarında film zirveye ulaşmaktadır.

Heavy Trip, bizim açımızdan çok eğlenceli bir filmdi. Metal müzik dinleyicisinin çok ince espriler yakalayacağı sahnelerin olduğunu da belirtmek isterim. Merkezine metal müziği almasından kaynaklı sadece metal müzik dinleyicisine hitap eden bu filmi izlemenizi şiddetle tavsiye ederim.


Eser Özçarkçı

Stockholm Syndrome


26 Nisan 2020 Pazar

Munchausen by Proxy Sendromu Needir?

Munchausen by Proxy Sendromu Nedir?


    Çocuk istismarı tüm toplumlarda yaygın görülen bir olaydır. Amerika'da yapılan istatistiklere göre her yıl 3 milyondan fazla çocuk istismar edilmektedir. Yani her 1000 çocuğun 25'i çeşitli istismar tiplerine maruz kalmaktadır. 
     Dünya Sağlık Örgütü'nün 1985 de yaptığı tanıma göre çocuk istismarı; çocuğun sağlığını, fizik ve psikososyal gelişimini olumsuz yönde etkileyen; bir yetişkin, toplumu ya da ülkesi tarafından bilerek ya da bilmeyerek yapılan davranışlardır. 
     Çocuk istismarını fiziksel, cinsel ve duygusal istismar olarak 3 grupta incelemek olanaklıdır. Fiziksel istismar en geniş anlamda "çocuğun kaza dışı yaralanması"dır. Cinsel istismar ise çocuğun kendisinden en az altı yaş büyük bir kişi tarafından cinsel haz amacıyla zorla ya da ikna edilerek cinsel etkileşime maruz kalmasıdır. Duygusal istismar çocuğun iç görüsünü ya da psikolojik bütünlüğünü bozan her tür kronik eylem ya da eylemsizliktir.
     Çocuk istismarı ile ilgili ilk önemli çalışma 1946'da John Caffey tarafından yayımlanmıştır. 1962'de Dr. Henry Kempe tarafından 447 dövülmüş çocuk incelenmiş, bundan sonra ABD başta olmak üzere tüm dünya ülkelerinde konuyla ilgili yoğun araştırmalar yapılmıştır.
     Munchausen sendromu ilk kez 1951'de hastane hastane dolaşıp hastalık öyküleri uyduran ve kendilerine gereksiz yere cerrahi girişimler uygulanmasına razı bir grup hastayı belirtmek için kullanılmıştır. Sendroma ismi verilen Baron Karl von Munchausen 18. yy.’da  yaşamış, savaştan döndükten sonra kendi uydurduğu eklentilerle daha da ilginç hale getirdiği maceralarını anlatan eski bir süvari subayıdır. 

    Asher ve arkadaşlarının "Munchausen Sendromu" olarak tanımladığı durumda hasta, doktorun muayenehanesine ya da acil servise sıklıkla klinik manifestasyonlarla (belirtilerle)  desteklenen uydurma bir öykü ile gelmektedir. Hasta sonuç alamadan hastaneden ayrılmakta ve aynı tabloyu yineleyerek tekrar tekrar hastaneye başvurmaktadır. Bu hastalar en zeki gözlemcileri bile aldatabilecek ruh hastalarıdır. Nazofarinksini keskin bir aletle yaralayıp kanı yutabilir ve hematemez gibi kusabilir. Anal ya da vajinal mukozalarını ustaca delebilir, gereksiz yere kalp ilacı alarak kalp atımında düzensizliğe neden olabilir ya da büyük miktarda havuç yiyerek karotenemi gibi görünebilir. 
     Munchausen by proxy sendromu (MBPS) ise özel bir çocuk istismarı formudur. Munchausen's by proxy sendromu, ilk kez 1977'de Meadow tarafından tanımlanmıştır. Aile ya da koruyucu, çocukta bir hastalık varmış gibi yapmakta ya da hastalık yaratmakta ve "hasta" çocuğu doktora götürmektedir. Sonuçta, tıbbi öykü, laboratuvar testleri ya da hastalığın gerçek nedeni değişmekte ya da tıbbi tedavi nedeniyle yaralar oluşmaktadır. Bazı olgularda ise anne doğrudan zararlı eyleme neden olabilmektedir (zehirleme, ilaç verme gibi). Yapılan bir araştırmada en çok kullanılan ilaçların antikonvülsanlar ve opiadlar (morfin türevleri) olduğu saptanmıştır. Yayımlanan olgularda bazı ailelerin eşek arısı ya da bal arısı gibi böceklerle çocuklarını sokturdukları bildirilmiştir. 
     Bu sendrom, "tıbba meydan okuma" olarak da değerlendirilebilir. Bildirilen kurbanların yaşları birkaç hafta ile 11 yaş arasında değişmektedir. Bir çalışmada ortalama tanı yaşının 3,25 olduğu, olası ölüm oranının %9-10 arasında değiştiği bildirilmiştir. 
     İmmün yetmezlik tanısı olan ve olmayan çocuklardaki polimikrobiyal (birden fazla mikrop tarafından oluşturulan) enfeksiyonlar bozukluğun sık ve güçlük çıkaran biçimidir. Bu çocuklar uzun süre hastanede kalmakta; yineleyen, ızdırap veren ve masraflı tanıya yönelik girişimlere maruz kalmaktadırlar. Bir çocuğun 200'den fazla kez hastaneye yattığı bildirilmiştir. Evdeki istismardan kaçmak için kendi kataterlerini enfekte eden çocuklar  saptanmıştır.
     Fail olguların çok büyük kısmında annedir. Anne sıklıkla zeki ya da sağlıkla ilgili bilgisi bulunan, sevimli, işbirlikçi, iyi tıbbi bakımdan dolayı minnettar ve hastane çevresini süsleyen biri olarak tanımlanır. Altta yatan fizyopatolojik yapıyı anlamak güçtür. Narsistik frajilite (kendini beğenen, kırılgan) ve borderline (sınırda) kişilik çok sıktır, ama bu kişilerde pasif-bağımlı histerik kişilik ya da sadomazoist davranışlar ve depresyon da bulunabilir.
     Doktorlar ölümcül olabilen bu senaryoya gereksiz invaziv (girişimsel) muayeneleri ve incelemeleri yaparak ya da tehlikeli ilaçları reçete ederek, istemeden katılmaktadır. Bu olgularda iyi bir öykü, dikkatli bir fizik inceleme, iyi seçilmiş laboratuvar ve radyolojik görüntüleme yöntemleri kullanılmalıdır. 
     Böylece istismar edilen çocuklarda çocukluk ve erişkinlik dönemlerinde güvensizlik, tıbbi tedaviden kaçınma ve posttravmatik stres belirtileri gibi duygusal ve fiziksel sorunlar geliştiği bildirilmiştir. Pek çoğunun kardeşi de fiziksel ve tıbbi olarak istismar edilmektedir.
     Mra ve arkadaşları tarafından bildirilen bir olguda, yineleyen bakteriyal menenjiti olan çocuk hastada orta kulağa serebrospinal sıvı (boyun-omurilik sıvısı) sızıntısı saptanarak gerekli cerrahi girişim planlanmış ancak anlaşılmaz biçimde biyokimyasal olarak serebrospinal sıvı olduğu belirlenen akıntı haftalarca sürmüştür. Anne, intravenöz (damar içi) kataterle sargıları karıştırırken bulunduktan sonra lumbar (beldeki) drenden sağladığı serebrospinal sıvı ile sargıları ıslattığını itiraf etmiştir.
 Bir başka ilginç olgu da Meadow tarafından bildirilmiştir. Yineleyen, geçici kötü kokulu idrar yapma yakınmasıyla gelen 6 yaşındaki kız çocuğu, sorunu aydınlatılana dek 12 kez hastaneye yatmış, 7 büyük radyolojik girişim yapılmış (İVP, sistogram, baryumlu incelemeler, vajinogram, üretrogram gibi), anestezi altında 6 kez muayene yapılmış, 5 kez sistoskopiye,  8 kez antibiyotikle tedaviye, kateterizasyona, çeşitli toksik ilaçlara ve 16 kez konsültasyona maruz kalmış, 150 kez mikrobiyolojik kültür yapılmış, sonuçta annenin çocuğun idrarına kendi menstruasyonu sırasındaki idrarını karıştırdığı saptanmıştır.
     Sutphen'in bildirdiği iki MBPS olgusu tedavi edilemeyen kusma ve ishal yakınmalarıyla başvurmuş, hastalardan birinde iskelet ve kardiyak myopatinin klinik ve laboratuvar kanıtları saptanmıştır. Proksimal (gövdeye yakın) kaslarda güçsüzlükle seyreden myopatinin "emetin" adlı maddenin doğrudan toksik etkisine bağlı olduğu anlaşılmış, her iki hastanın da uzun süre ipeka şurubu aldığı belirlenmiştir. Ancak bu çocuklar da pahalı ve invaziv (girişimli) tanısal girişimlere maruz kalmışlardır. Literatürde ipeka kullanılan hatta emetinin neden olduğu kardiomyopati sonucu ölüm gerçekleşen pek çok istismar olgusu bulunmaktadır.
     MBPS'da bir başka biçim de etkilenen çocuğun işbirliği ile birlikte ailenin belirtileri abartmasıdır. Otoritelere göre, göründüğü kadar hasta olmayan çocuklarla istismar kurbanı çocuklar arasında potansiyel morbidite (sekel kalma oranı) ve mortalite (ölüm oranı) açısından anlamlı farklılık bulunmaktadır.

Kaynakça:

8 Nisan 2020 Çarşamba

ALBERT PIKE'IN KEHANET MEKTUBU

ALBERT PIKE'IN KEHANET MEKTUBU   


 İçinde bulunduğumuz zamanı ve geleceği yorumlayabilmek için geçmişe ait bilgilere ihtiyaç 
duymaktayız. Ancak bazı isimlerin bıraktığı bilgileri gözden geçirdiğimizde şaşırmadan edemiyoruz. Bu noktada Albert Pike'ın 1871 yılında mason üstadı olan Giuseppe Mazzini'ye yazdığı bir mektup var ki (şayet %100 gerçek ise) akıl tutulmasına sebep olmaktadır. Albert Pike'ın hayatı ve hayat görüşüne biraz göz atalım. 

 Pike, Boston, Massachusetts'te Benjamin Pike ve Sarah Andrews Pike çiftinin çocuğu olarak dünyaya gelmiştir. 1825 yılında sınavlarını başarıyla geçtiği Harvard Üniversitesi'ne kabul edilmiştir. O dönemde gazetelerde makale yazan Pike gazetedeki işinden kazandığı ilk parayla Mary Ann Hamilton ile evlenmiştir. Bu evlilikten on bir çocukları olmuştur. Daha sonra 1837'da hukuk okumaya başlayan Pike bir yandan da o dönemde çocukluğundan gelme şiir alışkanlığını devam ettirmektedir. İnanç olarak Anglikan'dır. Pike'ın bir Ku Klux Klan üyesi olduğu iddia edilmiş, fakat bu iddia kanıtlanamamıştır. Özofagus darlığı (boğazdan mideye giden tüp olan yemek borusunun daralmasıdır) nedeniyle zor günler geçiren Pike, 82 yaşında ölmüştür. Washington'da 'Oak Hill' mezarlığı'na gömülmüştür. 

Askeri hayatı da bir o kadar ilginç olan Pike, Meksika-Amerika Savaşının başlamasıyla süvari birliklerine katılmıştır. Tuğgeneral olan John Selden Roane ile büyük görüş farklılıkları bulunan Pike onu bir düelloya davet etmiştir. Düello sonucunda herhangi bir kazanan olmamıştır. 22 Kasım 1861 tarihinde, Amerikan iç savaşında güneyli ordu da Tuğgeneral olarak görevlendirilen Pike, asilik ve vatana ihanetinden dolayı suçlanarak tutuklanması istenince Arkansas'ta saklanıp, istifasını göndermiştir. Ancak istifası daha sonra kabul edilmiştir. 

Albert Pike, 1850 yılında Mason olarak "Independent Order of Odd Fellows'a" katılmıştır. İyi tanınmış mason yazarlar tarafından masonluğun "Eflatunu" olarak isimlendirilmiştir. Albert Pike, 1859 yılında büyük üstad olmuştur. Halen ABD'nin en etkili ve bilinen Masonu olarak kabul edilir. Dikkat çeken noktalardan biri de savaştan sonra tutuklanarak ve hapse atılmasıdır. Hapisten kurtulması ise bir freemason olan başkan Andrew Johnson’un affıyla mümkün olmuştur. Affedilmesinin ertesi günü de Beyaz Saray da birlikte oldukları söylenmektedir. Bu aftan sonra başkan, İskoç Riti tarafından 4. dereceden 32. dereceye terfi ettirilmiştir. (ciddi bir sıçrama) 

 33. derece mason olarak, eski ve kabul edilmiş İskoç Ritinin kurucusu ve babası, tüm satanist ve luciferian grupların büyük ustası (lucifer ile bir bilezik vasıtasıyla sürekli iletişim halinde olduğu yönünde bir söylenti de mevcuttur), İlluminati’nin de tepe adamlarından biri olduğu, Yeni Dünya Düzeninin fikir babası ve planlayıcısı olarak da nitelendirilmektedir. 

 Albert Pike, kendi ruhsal rehberi olan Lucifer’den aldığı bir mesajı (demonik görüntüler olduğu belirtiliyor) dönemin İlluminati başkanı Giuseppe Mazzini'ye 1871’de yazdığı bir mektupta anlatmıştır. İlginçtir ki bu mektup "tek dünya düzenini" gerçekleştirmek için yapılması gereken üç dünya savaşını anlatmaktadır. John Daniel, "Two Faces of Freemasonry, Day Publishing" isimli kitabında şöyle diyordu Albert pike ve fikirleri için; 'Albert Pike, “Lucifer Doktrinini” bir çok mason biraderine öğretti. En heyecanlı öğrencileri Lucifer Doktrini en ileri seviyede uygulayan Bismarck ve Mazzini’ydi. Bu üçlü birlikte masonluğu kullanarak iki dünya savaşı çıkardılar ve bunun ardından dünyanın "Lucifer’e Tanrı olarak tapınmaya hazır olmasını” sağlayacaklardı. 

 Fransız yazar Jean Lombard 1984'de yayınladığı "Modern Çağın Karanlık Yüzü" adlı çalışmasının 1.cildinde Hollanda'daki Rob Scholte Müzesinde sergilenen ve British Museum'dan ise ancak özel izinlerle görülebildiğini belirttiği bu mektubu çevirip, mektubun nüshasını kitabının 553. ve 554.sayfalarında yayınlamıştır. Mektubu ilk ortaya çıkaran kişi ise William Guy Carr adında Kanada Kraliyet Donanmasından emekli olan eski bir istihbarat subayıdır. Ölümünden kısa bir süre önce "Pawns in the Game Lecture" adlı 100 dakikalık ses kaydı hazırlamıştır. William Guy Carr bu mektubu "Quoted in Satan: Prince of This World" adlı kitabında da yayınlamıştır.

 İŞTE O MEKTUP 

 "Aydınlanmacı düşüncenin amacına ulaşması için öncelikle bir dünya savaşı çıkarmalıyız. Bu sebeple Rusya'da Çar'ı (Çarlığı) zayıflatıp, ateizmi ve komünizmi hakim kılmalıyız. Casuslar vasıtasıyla Britanya İmparatorluğu (İngiltere) ve Alman İmparatorluğu (Almanya) arasında gerginliği körükleyerek savaşa zemin hazırlamalıyız ve 1.Dünya Savaşı sonrası komünist düzeni iyice inşa etmeliyiz ki tüm hükumetleri yıkabilelim ve tüm dini düzenleri zayıflatabilelim." 

 Yukarıdaki satırlarda anlatılmak istenenler gayet açıktır. Belirlenen bir plana yürüme de yapılması gerekenler yazılmıştır. Güçlü uluslar belirlenmiş ve gücü kendi ellerine alabilmek için derin ve uzun bir plan işleve alınmış gözükmektedir. Dünya derin güçlerinin yollarına devam edebilmeleri için inandıkları ilk şart, ulus devletler ve dinleri zedelemeleri ve ortadan kaldırmalarıdır. Bu satırlarda bunu net bir şekilde okumaktayız. 

 "Ardından İkinci Dünya Savaşını çıkarmalıyız ve bunu gerçekleştirmemiz için faşistler ve siyonistler arasında savaşla sonuçlanacak bir gerginlik oluşturmalıyız. İsimleri "Nazi" olacak olan faşistleri, savaş sonunda yok etmeli ve savaş sonrası Filistin'de Yahudilerin ana unsur olacağı İsrail Devletini kurmalıyız. İkinci Dünya Savaşı sürecinde Uluslararası Komünizm mutlaka Hristiyanlığı dengeleyecek bir güce ulaştırılmalı. Toplumlara ölçülü bir şekilde son çöküşü yaşatacağımız zamana kadar bu denge bizim için gereklidir."

 Bu satırlarda kafa karıştıran nokta "Naziler","Filistin" ve "İsrail" dir. 1871 yılında bu üç oluşum olmadığından Pike bunları nereden bilmekteydi? Komünizmin dinlere bakışını kullanarak Hristiyanlığın karşısına çıkararak denge politikası maskesi altında önce Hristiyanlığın gücünü ve egemenliğini kırmak ardından da Komünist devletleri öcü olarak göstererek kendi küresel yapılarının gücünü kullanarak güç kaybedip yıkılmalarını sağlamak gayesi bulunmaktadır. Aynı yolun Naziler içinde kullanılacağı belirtilmiş ve reel tarihte de bu şekilde gerçekleştirilmiştir. (Naziler küresel güçler tarafından desteklenmiş, finanse edilmiş ve sırtları sıvazlanmıştır. Ardından da aynı küresel güçlerin hışmına uğrayarak tarih sahnesinden silinmişlerdir.) Albert Pike geleceği mi görmüştür? Yoksa geleceği dizayn etmeye mi soyunmuştur?

 "Üçüncü Dünya Savaşını çıkarmamız için İslam aleminin liderleri ve siyonistler arasında ajanlarımız vasıtasıyla, ayrı düştükleri konular üzerinden gerginlik çıkarmalıyız ve bu savaş, Müslüman Arap Dünyası ve İsrail Devletinin birbirlerini yok edecekleri şekilde dizayn edilmeli. Bu hengame içinde diğer milletleri bu konuda, fiziksel, ahlaki, ruhsal ve ekonomik olarak çökmeleri için mücadeleye zorlamalıyız. " 

 Bahsi geçen Müslüman – Yahudi çarpışmasını tarih sahnesinde sürekli görmekteyiz. Son noktaya kadar da göreceğimiz ortada. Bu gerginlik sayesinde Müslüman ülkeler sürekli gerginlik ve savaş halinde tutularak, istikrarlı istikrarsızlık projesi devam ettirilmektedir. Bu sistem sayesinde de gerçekleştirmek istedikleri amaçlarını, kamuoyunun gözünden saklayarak hayata geçirmektedirler. Maalesef ki taraflar uyanamadığı, içlerinde gözü dönmüş elitlerin ajanlarını aldıkları sürece de bu düzen sürecek gibidir. 

 "Nihilistlerin ve Ateistlerin önlerini açmalıyız ve müthiş bir sosyal çöküş provoke etmeliyiz ki böylece bu kanlı kargaşa ve vahşetin doğurduğu korku içinde mutlak ateizm etkisi ortaya çıksın. İnsanlar her yerde vahşi devrimci azınlığa karşı kendilerini savunmak zorunda kalacak. Daha sonra İnsanlık Medeniyeti, bu vahşi yok edicileri imha edecek. Birçok kişi Hristiyanlık'ta hayal kırıklığı yaşayacak. Kimileri hayatta herhangi bir pusulası veya istikameti olmaksızın Deizmi seçecek. Ama bir düşünceden ötürü endişe duyacaklar. Bu endişelerinin sebebi, nereye itaat edecekleri, neye yönelecekleri konusu. Sonunda evrensel bildiriler yoluyla Lucifer'ın Saf Doktrininin!! ışığını almaya başlayacaklar. Bu doktrin, sonunda tüm insanlık içinde Genel Dünya Görüşü haline gelecek ve ona teslimiyet içinde olacaklar. Hristiyanlık ve ateizmin fethedilmesi ve aynı zamanda yok edilmesinden sonra ortaya çıkacak olan bu evrensel dünya görüşüne karşı Muhafazakar hareketler ortaya çıkacaktır." 
Albert Pike 15 Ağustos 1871, Washington DC 

 Yukarıdaki satırlardan net bir Hristiyan karşıtlığı okumaktayım. Taktik hep aynı, örneğin; Ateizm yükselt, bir süre kaosun tadını çıkar ve sonra yükselttiğin değeri/ülkeyi/yönetim şeklini yok et. Son aşamanın sonunda kendi düzenlerini getirmekten bahsetmektedir. Kaosun ve boşluğun insanları kendi görüşlerine çekerek istenilen sistemin gerçekleşeceği fikrine kapılmaktayız. 

 Peki, Albert Pike denen bu adamın yazdıkları gerçekten 1871 de mi yazıldı? Kendi yazdığı ve masonların başucu kitaplarından biri olan "Morals and Dogma" da bu satırların benzerlerinin ve detaylarının (ilk basımı mevcuttur) yer aldığı söylenmektedir. Şu an ki teknoloji ile bir kitabın günümüzde hazırlanıp, 1871 de yazıldığı algısını vermekte oldukça kolay gibidir.! 

 Son olarak geçmişten günümüze her düşünüş, akım, örgüt, kurum, kuruluş, devletler, hükumetler ve aklınıza kim geliyorsa planlar üretmiş ve bu planları kendi çıkarları doğrultusunda hayata geçirmek için çaba sarf etmiştir. Yazımız da Albert Pike anlatmak istememizin yegane temeli en ufak bir gerçeklik payı dahi olsa bilgi sahibi olunarak, araştırarak ve düşünerek bugünü yorumlamaktır. İnsanlığın hırs ve çıkarları çerçevesinde ne tür ortaklıklar yapacağı, ne tür planlar içine girdiği/girebileceği ortada iken körü körüne hiçbir şeye bağlanmayınız. Sadece kendi fikir, düşünüş ve inançlarınızın oluşması dileklerimizle.


Kaynakça
https://tr.wikipedia.org/wiki/Albert_Pike 
https://eksisozluk.com/albert-pike--848334
https://masonlar.org/masonlar_forum/index.php?topic=20728.0
https://www.gizlibilgiler.org/albert-pike

24 Mayıs 2017 Çarşamba

NE OLDUM...

 NE OLDUM

Zirvesiz bir dağdım. Parçalandım, kaya oldum. Taş oldum. Bin bir rüzgarın etkisi ile tuz buz oldum, kum oldum. Bir fırtınanın içinde mahpus oldum. Gök diyarlarda gezgin oldum. Uçsuz bucaksız dipsiz bir denizde tek bir kum tanesi oldum. İndikçe derinlere sürekli kararan bir maden oldum.

Aç karnını doyurmak için uğraş veren bir balığın midesinde misafir oldum. Ben durdum o gitti. O gitti ben durdum. Gökyüzüne, bulutlara ve güneşe hasret oldum. Her bir balık birbirini yedikçe daha bir çıkmaz oldum. İç içe geçmiş dünyalarında huysuz oldum.

Tam yok oldum derken sımsıcak bir sabaha şahit oldum. İçinde gezindiğim dev balığın intiharına sahne oldum. Ben onun karaya vurması ile ölümüne tanık olurken, o son nefesinde benim varlığıma sebep oldu.

Zaman oldum. Zamanın zamanını sayar oldum. Derin düşüncelerde gark oldum. Garb oldum. Sonsuzluğa uzanan bir sahilde kum oldum, taş oldum. Tekrar denizlere dönmemek için dua oldum. Suların çekilmesini sayar oldum. Toprağa kök oldum. Küçücük bir tohuma can oldum. Kan oldum. Varlığımı toprağa sunan oldum.

Büyüdüm, kocaman oldum. Serpildim, yemyeşil oldum. Dallarımı uzattım doğan her sabaha ve gelen her geceye. Yaprak oldum. Baharda yeşeren, Güz de sararan. Kış geldi, kel oldum. Titredim. Küçüldüm. İlk gelen baharla daha da büyüdüm. Kök oldum, uzadım gittim. Sarıldım toprağa öz oldum. Yuva oldum bin bir canlıya. Yem oldum. Yemek oldum. Heybetimin altında sırtını güvenle bana dayayan Zerdüşt'e yol oldum, yordam oldum. Onu uykusunda kollar oldum. Gölge oldum. Huzur oldum. Yapraklarımla ona ninni oldum.

Her bir dalımda can buldu çiçekler. Mis gibi kokar oldum. Nefes oldum. Ferah oldum. Karanlıkta dahi güven oldum. Elinde baltayla gelene, dallarımı feda eden oldum. Cefa oldum sefa olamadım. Hayal oldum resmedilen. Resimlere konu oldum. Sevgililere şifa oldum. Dertlilere deva olamadım.

Koca bir dağdım, tek bir kum oldum. Balığın karnında kumsal oldum. Toprak oldum, ağaca tohum oldum. Ağaç oldum. Bulutlara ulaşamadan odun oldum. Ateş oldum, ateşe can verir oldum.

Zaman ve mekandan soyut oldum. Ruh oldum. Bir var oldum, bir yok oldum. İşin özü neydim ne oldum…

ESER ÖZÇARKÇI
STOCKHOLM SYNDROME 

3 Mayıs 2017 Çarşamba

EVRİLEN YALNIZ İNSANIN ANALİZİ

EVRİLEN YALNIZ İNSANIN ANALİZİ  (İnceleme / Analiz)

                Çocukluktan çıkıpta gençliğe adım attığım zamandan beri oynadığım bir oyundur, insanı izlemek. Bir gözcü misali hayatları gözlemek. Doğru tanım bu olmalıydı. Ben bir gözcüydüm.

                Bazen bir parkın bankına kurulup bazen de işlek bir çarşıya bakan merdivenlere ilişerek. Yolda yürürken karşımdan gelenleri izleme çabasıyla yolumdan sapmaktı kimi zaman. Otobüste, vapurda, metroda ve hatta tramvayda, kulağımda düşünmeye ve analiz etmeye teşvik eden notalarım eşliğinde izledim durdum insanı.

                Duygudan duyguya sıçramak olarak tarif edebileceğim deneyimlerdi bunlar. Doğamın gereğiydi izlemek. Arabayı kullanmayı bile izleyerek öğrenmiştim. İlk defa direksiyonun başına oturuşumda yanımdaki onca yıllık şoför dahi anlamadı ilk sürüşüm olduğunu. Bu dünyadan olmadığını düşündüğüm bir eylem. Vazgeçilmez bir alışkanlık.

                Sıklıkla birçok hayata tanıklık ettiğimi düşünürüm. Anlık hissiyatlar bütünüdürler. Görüş alanınıza girmeleri ile çıkmalarına kadar ki sürede oluşan etkileşimler. İzlerken duyarsınız da çoğu kez. İnsanın önceliklerini, dertlerini, sorunlarını, mutluluklarını, huzursuzluklarını, amaç ve amaçsızlıklarını, doğru ve yanlışlarını, keşkelerini.. Gözlem ile duyumu entegre ederek yapmışımdır analizlerimi. Bireyin ve toplumun.


                Geriye doğru baktığımda onlarca akıma da tanıklık ve gözcülük ettim. Teknoloji resmen alıp başını gitmiş. Walkman ile başlamış seyyar müzik keyfi. Sonrasında CD çalarlar çıkmış. MP3 çalar, iPod derken telefonların geniş belleklerinden ya da cebimize giren dünya olan internetten dinlenir olmuş müzik. Teknoloji gelişirken dinlenen müzikler bir o kadar gerilemiş. Kalitesizleşmiş. Duygu barındırmaz olmuş, şimdiki insan misali.

                Moda akımları tam bir akıl karışıklığı yaratmış. Önceleri aşırı bol giyinmeyi teşvik edenler şimdilerde adım atamayacak darlıkta giyinmeyi özendirir olmuşlar. Siyasi ve politik bakış açıları ve bunlarda yaşanan değişimler, iş yaşamı, sosyal hayat, yaşam ve insan kalitesi tanınmayacak halde değişimler göstermiş. Kimi yukarı ivme yapsa da birçoğu dibe pike yapar olmuş. İnsan kalite endeksi, hedefsizlik ve amaçsızlık yüzünden dibe batmış. Şan, şöhret, nam, para, güç olunca insanın yolu insanlığından eser kalmaz olmuş. Din oyuncak olmuş. Siyaset ve politika şarlatan dolmuş.

                Geçmişte bir sinema filmini, tiyatro oyununu, yeni çıkan kitabı ya da makaleleri tartışanlar gitmiş yerlerine diziler için ağlayanlar, evlilik programlarına bel bağlayanlar, ne idüğü belirsiz yarışma programlarındaki yapay kahramanlar için kavga edenler, çıkar, güç ve para uğruna her şeyi yapabilecekler gelmiş. Sinemaya gidenlerin yerlerini filmleri “download” edip, ellerindeki küçücük ekranlardan izlemeye çalışanlar almış. Tiyatro salonları dolmadığından kapanırken, her yer bar olmuş, millet kendini alkole adamış. Arkadaş sohbetleri yerini sanal ortamlarda yüz kırk karaktere bırakmış. Yaşanmadan yaşanmış gibi çekilen fotoğraflar paylaşım platformlarını doldurur olmuş. Ve insanın yüzünde yapay ve sahte koca gülücükler oturmuş.


                Sözüm ona cebimize dünyayı getiren internete öylesine gömülmüşüz ki yalnızlığımızda kaybolduğumuzun farkında değiliz. Sanalı gerçek sanarak, kendimizi kalabalıklar içinde yaşar zanneder olmuşuz. Halbuki kafasını o küçük ekrandan kaldırsa insan, etrafına bir baksa, robotlaşan hayatından ne kadar memnun olup olmadığını görebileceğiz. İnsan gerçekle yüzleşmeye hazır değil. Yüzleşme günü geldiğinde umalım ki her şey için çok geç olmasın. Sağlıcakla, gerçekle kalın. Sanal olan ile değil…  




ESER ÖZÇARKÇI
STOCKHOLM SYNDROME 

4 Kasım 2016 Cuma

İNGİLİZ KEMAL,SHERLOCK HOLMES VE ARSEN LUPEN’E KARŞI

İNGİLİZ KEMAL,SHERLOCK HOLMES VE ARSEN LUPEN’E KARŞI

Kitap okumayı bir yaşam tarzı olarak gören biri olarak kitabevi gezmeyi çok severim. Kitaplar ile haşır neşir olmak, kokularını içime çekmek benim için tarifsizdir. Son zamanlarda birçok kitabevi indirimli kitaplar köşeleri yaparak hem ellerindeki fazla stok’u eritip hem de okuyuculara ucuz kitap sunmaktadırlar.

Lise yıllarımda kitapların fiyatlarının yüksekliğinden yakınılır, ya ikinci el kitaba yönelinir ya da o sıralar yükselen eğilim olan korsan kitap alınırdı. Ancak bugün geldiğimiz noktada en pahalı kitap 30.00 TL ‘yi geçmemektedir ki bu fiyata sahip bir kitap külliyat niteliğindedir. Kitap fiyatlarının düşüşü aynı zamanda haksız kazanç olan korsan kitabı da bitirmiştir.

Diyeceksiniz ki başlığa göre konuyu nereye bağlayacaksın. Dedim ya kitap okumak benim için çok önemlidir diye, bu konuda interneti de detaylı takip ediyorum mecburen. Siyasi/polisiye kurgu bir roman yazımının da sonuna geldiğim şu günlerde sürekli polisiye romanları takip ediyorum. Büyük bir internet kitap portalında yaptığım polisiye roman taramasında, ismini sıkça duyduğum ancak bir türlü okuma fırsatı bulamadığım “İngiliz Kemal” ile karşılaştım. Madem bu roman serisini okuyacaktım, internette kısa bir araştırma yapmalıydım. Okuduklarım karşısında şok olmuştum. Meğerse böylesi bir değeri uzunca bir süredir göz ardı ettiğimin farkına vardım. Aslında toplum olarak göz ardı etmiştik İngiliz Kemal’i. Bizi bunu yaptıran yabancı hayranlığımız sebebi ile Arthur Conan Doyle (Sherlock Holmes), Maurice Leblanc (Arsen Lupen) ve Agatha Christie romanlarına yönelimimiz mi neden olmuştu acaba?  

Kimdi bu İngiliz Kemal?

Asıl ismi Ahmet Esat Tomruk.1887 İstanbul doğumlu. Sarışın ve mavi gözlü olduğundan ‘İngiliz Kemal’ lakabını aldı.

İlköğrenimi sonrasında Galatasaray Lisesine başladı. Parlak bir öğrenciydi. Fransızca'sını geliştirmiş, yurt dışından edindiği arkadaşları ile mektuplaşmaya başlamıştı. Yurt dışından mektup alması nerede ise başını derde sokuyordu. Hafiyeler tarafından tutuklanarak Yıldız Sarayı’na götürülmesi sonrasında esas durum ortaya çıkınca serbest bırakılmıştır.

1908 yılında İngiltere’ye gitmeye karar verir. Navy College’e kayıt olur. Bir taraftan da profesyonel olarak boks ile ilgilenmektedir. İngiltere de kaldığı süreçte tüm Avrupa ülkelerini gezerek yabancı dilini ana dil seviyesinde geliştirmiştir. Öyle ki şiveleri bile artık rahatça konuşabilmektedir. Artık onu bir Avrupalıdan ayırmak mümkün değildir.

1914 de İstanbul’a dönüp Teşkilat-ı Mahsusa’ya üye olur. Kara Kemal ve Dramalı Rıza Bey’lerden çetecilik dersleri alır. Cemal Paşa’nın yanında Sina-Kanal Cephesinde Lawrance’ın peşine düşer. Kutul amare de tutsak edilen İngiliz General Tawshend’in bulunduğu hapishaneye görevli olarak atılarak, bilgi almaya çalışır.

Mütareke yıllarında tekrardan İstanbul’a döner. İngilizlerin tutukladığı İttihatçıları kurtarmak için çalışır. Aynı zaman da İngiliz boksörler ile mücadele edip başarılar kazanmaktadır. Bu sırada İngiliz istihbaratı tarafından tutuklanarak ağır işkenceler görür. Bir kez kaçmaya çalışsa da yakalanıp Çanakkale de tekrardan hapse atılır. Son bir çaba ile başarılı bir firar girişiminde bulunarak Ankara’ya kaçmayı başarır.

Ahmet Esat Bey, Ankara da Mustafa Kemal Paşa, İsmet Paşa ve Fevzi Paşa ile görüşür. İngilizce, Fransızca, İtalyanca ve Rumca bilmesinden kaynaklı olarak Genelkurmay İstihbarat Şubesinde göreve başlar.

İlk görev Mustafa Kemal Paşa’dan gelir. Yunan Karargahından istihbarat gerekiyordur. Ve “İngiliz Kemal” bu iş için görevlendirilir. Sahte pasaport ile Amerikalı gazeteci Henry Williy kimliğinde Rodos’a geçer. Oradan da asıl görev yeri İzmir'e gelir. Yunan subaylar ile kısa sürede dost olarak Yunan Karargahına girmeyi başarır. Bilgileri günü gününe Ankara’ya ulaştırmaya başlamıştır. Bu sırada Ethem ve arkadaşları Yunan'a sığınmışlardır ve İngiliz Kemal’i tanırlar. İngiliz Kemal yakalanarak sorguya alınır. Sorgularda asla Türkçe konuşmaz. Yargıçlar kimliği hakkında kuşkuya düşünce, Atina’ya göndermeye karar verirler. Burada da hapishane de yatar. Ancak kaçmayı bir defa daha kafasına koymuştur ve bunu da başarır. Bir Rum’un cüzdanını çalıp para temin eder, Fransız gemisi ile de İzmir'e geri döner.

Anadolu’ya geri döndüğünde yeni bir görev verilir kendisine. Batı Trakya da Yunan Ordusuna hizmet eden Ermeni General Antranik’in karargahına sızacaktır. Bu görevi de başarır, bilgiler Ankara’ya ulaşmıştır.


Yıl 1924. Savaş bitmiştir. İstanbul'a yerleşir. Tercümanlık yapmaya başlar.1932 yılına kadar Hafif Siklet Boks şampiyonluğunu kimseye bırakmaz. Derken 2. Dünya savaşı patlak verir. Türkiye Cumhuriyetinin istihbarat görevlisi olarak Balkanlara gider. Savaş bitiminde İstanbul'a geri döner. Bir süre Anadolu Ajansında çalışır. Hilton Oteli tercümanlığı ve turist rehberliği görevlerinde de bulunduktan sonra 1966 yılında vefat eder.

Ahmet Esat Tomruk,1924 yılında “İşgal ve Mücadele Senelerinde Bir İstanbul Gencinin Yaptıkları” isimli bir kitap çıkarmıştır. Öğretmen Yüzbaşı Zekeriya Türkmen “İngiliz Kemal – Milli Mücadele Hatıraları” isimli bir kitap yazarak İngiliz Kemal’in yaptıklarını kitaplaştırmıştır.

Ali Kemal Meram da Ahmet Esat Tomruk’un aktardığı hatıralarını kitap serisi yaparak yazıya dökmüştür.

İşte yazımın başından beri bahsettiğim İngiliz Kemal’in gerçek yaşam öyküsü. Her bir roman, fırtınalı ve ölüm ile burun buruna yaşadığı hayatıdır. Gerçeğin ta kendisidir Milli Mücadele Kahramanı İngiliz Kemal.

Şimdi siz karar verin hayal ürünü ve bize ait olmayan Sherlock ile Arsen mi yoksa İngiliz Kemal mi?

Son sözüm de kitabevlerine; indirimli olarak mağazalarınızın girişlerin de sergilediğiniz “Sherlock Holmes” romanlarının yanında “İngiliz Kemal” romanlarını da görsek fena olmaz mı?

Ha! bir de “Cingöz Recai” var ki o da başka bir yazının konusu…

ESER ÖZÇARKÇI
STOCKHOLM SYNDROME

15 Ağustos 2016 Pazartesi

STOCKHOLM SENDROMU NEDİR?

STOCKHOLM SENDROMU NEDİR?

Madem blog'umuzun ismi Stocholm Sendromu o zaman Uzm. Dr. A. Fuat BEŞKARDEŞ'in bu psikolojik rahatsızlığı tüm detayları ile anlatana yazısını da kendi yol haritamız olarak kabul ediyor ve makale içeriklerimizin ana teması hakkında da kısa bir bilgi vermiş oluyoruz.

Rehinelerin, kendilerini esir alanların duygularını anlama noktasına gelmeleri ve kendisini rehin alan kişilerle geçirdikleri sürenin sonunda onlara yardımcı olmaya başlaması ve nihai olarak da onlarla özdeşim kurmalarına Stockholm Sendromu denmektedir. Bu sendromun anlamını genişleterek insanın kendisini zora sokan, üzen koşulları benimsemesi, savunması ve bu koşulları yaratan nedenleri görmemesi, ezenin yanında yer alması olarak da tanımlayabiliriz.


GELİŞİM MEKANİZMASI

Sürekli şiddet yaşamanın bir sonucu olarak kurbanlar saldırganla özdeşleşmeye ve bir hayatta kalma stratejisi olarak onun için hareket etmeye başlayabilir. Kurbanın iradesinin saldırgana bağlı olması gönüllü bir karar değil, şiddetin doğrudan sonucudur.  



GELİŞİM SÜRECİ (Travmatik bağlanma süreci Appelt,Kaselitz, Logar 2004) 

“Şiddet uygulayanın ilk hedefi kurbanı köleleştirmektir ve bu amaca kurbanın hayatının her alanında despotça bir denetim kurarak ulaşır.  Ancak salt boyun eğme onu nadiren tatmin eder; suçlarını haklı göstermenin psikolojik ihtiyacı içindedir ve bunun için kurbanın onayına ihtiyaç duyar. Bu yüzden durmaksızın kurbanından saygı minnet ve hatta sevgi göstermesini talep eder. Saldırganın nihai hedefi gönüllü bir kurban yaratmak gibi görünmektedir”. (Herman, 1992)
Bu sendromun ortaya çıkmasının temel nedeni, hayatta kalma içgüdüsüdür. Dış dünyadan tamamen soyutlanan kurban, ihtiyaçları için kendisine baskı yapan kişiye bağımlı olduğunu hisseder. Saldırganın yaptığı küçük iyilikler kurbanın gözünde büyür, zamanla kurban kendisini saldırganın yerine koyup olayları onun gözünden görmeye, yaptıklarına hak vermeye başlar. Kurban tarafından baskıcının şiddet eğiliminin tamamen göz ardı edilmesi sonucunda, içinde bulunulan tehlike de reddedilir. Kurban, tek olumlu ilişkisinin şiddet gösteren ile kendi arasında olan olduğunu düşündüğü için bu ilişkiyi de kaybetmek istemez ve dolayısıyla saldırgandan ayrılması gittikçe zorlaşır. 

Stockholm Sendromuna yani saldırganla özdeşleşmeye yatkınlık yaratan durumlar
1.Hayati tehlikelilik durumu 
2.Dış dünyadan soyutlanmışlık 
3.Bulunduğu ortamdan kaçamaz halde olma (ya da kaçamayacağına kanaat getirmişlik durumu )
4. Saldırganın ara sıra arkadaşça ve yakın davranması Graham ve Rawlings (1998) bu koşulların genellikle aile içi şiddet olaylarında ortaya çıktığını ve kurbanların saldırganla özdeşleşme gösterebileceklerini belirtirler. Bu durumlarda şiddete uğramış kadın, saldırganı kışkırtacak veya öfkelendirecek herhangi bir şey yapmaktan çok korkar. Onun takdirini kazanmaya çalışır ve onun tarafındaymış gibi davranır. Savaşta, savaş esirlerinde de karşı tarafa patolojik bağlanma söz konusu olur. Saldırganıyla özdeşim kurulan bu durumda rehin alan kişiye mağdur taraf çeşitli duygular besleyip, onunla özdeşim kurar ve kişide kişilik değişimi yaşanır.

STOCKHOLM SENDROMUNUN GÖRÜLDÜĞÜ BELLİ BAŞLI GRUPLAR

Rehin alma durumu ve benzer bir baskı yaratan kaçırılma durumlarında (rehine-esir alan) Tecavüze uğrama, ensest ya da cinsel tacize maruz kalan çocuklarda  (istismara uğrayan çocuk-istismar eden ebeveyn) Savaşta bulunma, savaş esirleri, toplama kamplarında yaşama durumlarında Hayat kadınlarında (pazarlanan) Aile içi şiddete maruz kalınması durumlarında  (dövülen eş-döven eş) Yoğun dini  (tarikat benzeri ) ve siyasi baskı uygulanması durumlarında (brainwashing durumlarında)  (takipçi-lider) Uzun süren hapishane deneyimlerinde (tutuklu-gardiyan) Ev hapsine maruz bırakılma durumlarında

TARİHÇESİ

İlk kez psikiyatr Bejerot tarafından tanımlanan sendrom, ismini 1973 yılında İsveç’in başkenti Stockholm de yaşanan bir olaydan almaktadır. Banka soyguncusu tarafından 6 gün boyunca rehin tutulan banka görevlisi bir kadın, soyguncuya duygusal olarak bağlanır. Serbest kaldığında soyguncuyu savunmakla kalmaz, nişanlısını terk ederek kendisini rehin alan banka soyguncusunun hapisten çıkmasını bekler, sonunda da onunla evlenir. 23 Ağustos 1973 günü Stockholm de bir bankayı soymak üzere basan soyguncular 4 banka görevlisini 6 gün (131 saat) rehin tuttu. Soyguncular banka personeline iyi davrandı, aralarında iyi ilişkiler oluştu; Rehineler polisin bankayı basacağını fark edip soyguncuları uyardılar; Daha sonra mahkemede soyguncular aleyhine ifade vermek istemediler, savunma ücreti için para topladılar. Olay, “soyguncular bankadan para çalamadılar ama bazı insanların kalbini çaldılar” biçiminde yorumlandı… 1974 yılında Patty Hearst isimli bir milyoner kadın bir terörist grup tarafından kaçırıldıktan 2 ay sonra onlarla birlikte bir banka soygunu yaparken yakalandı. Avukatları SS mazeretini kullandıysa da mahkeme kabul etmedi ve hapse mahkum etti. 2001 yılında İngiliz bayan gazeteci Yvonne Ridley, Afganistan’da Taliban tarafından kaçırıldı, ilk 11 gün onlarla kavga etti, yemek yemedi. İslam dinini incelemesi şartıyla serbest bırakıldıktan sonra İslam dinine ilgi duydu, 2003 yılında da Müslüman oldu.

STOCKHOLM SENDROMU GELİŞİMİNİ ETKİLEYEN FAKTÖRLER

*Deneyimin (rehin, esir alınma vb gibi) süresi ve yoğunluğu 
*Rehinenin esir alana yakınlık ve bağımlılık derecesi 
*Rehin alınan kişinin kendi ortamından psikolojik olarak ne kadar uzaklaştığı 
*İçinde bulunulan durumun kendine özgü hassasiyeti SYMONDS (1980) SS Gelişim Riski Triadı 1.Hostil bir çevrede bulunma 
2.İzolasyon hali 
3.Çaresizlik hisleri Sonuç olarak bu kişilerde regresyon ve çocuklaşma eğilimi görülmekte ve bu duruma ''Travmatik İnfantilizm'' adı da verilmekte.. 'Travmatik İnfantilizm' durumu da kişinin hayatını tehlikeye sokan kişiye yakınlaşmasına ya da onun davranışlarını taklit etmesine yol açabilmekte. ''Frozen Fright'' (Donmuş Korku) : Symonds tarafından tanımlanmış olup, kurbanların ani tehlike karşısında paralize olma hallerini anlatmak için kullanılmaktadır, bir çeşit dissosiyatif reaksiyon olarak da değerlendirilebilir.

STOCKHOLM SENDROMU TRAVMATİK BAĞLANMA

Travmatik Bağlanma Nasıl Oluşur ve Güçlenir? Şiddet ve şiddet tehditleri. Şiddet içerikli ile iyi davranma arasında gidip gelerek değişen tutarsız davranışlar bağlanmayı arttırır. Eğer uygunsuz bir düşünceye sahip olurlarsa istismarcının bunu anlayıp daha şiddetli öç alacağı düşüncesi. Izolasyon bağlanmayı arttırır. Utanç ve stigmatizasyon korkuları ( özellikle tecavüz, ensest, seks işçiliğiyle ilgili)

TRAVMATİK BAĞLANMANIN BELİRTİLERİ

- PTSB semptomları - Ufak bir iyiliğe karşı bile çok yoğun minnet duyguları - Şiddeti ve şiddet tehdidini inkar - Rasyonalizasyon - İstimarcıya ve kendine olan öfkenin reddi - Kötüye kullanımı önlemeye yönelik güce sahip olduğuna yönelik bir inanç - Durumdan ve istismardan ötürü kendi kendini suçlama eğilimi - İstismarcının ihtiyaçlarına aşırı duyarlılık - İstismarcı şiddet davranışını azaltsın diye onu memnun etme çabaları - Dünyayı istismarcının perspektifinden değerlendirme, kendine ait bakış açısını kaybetme - Kendini de istismarcının bakış açısıyla değerlendirme - İstismarcıyı iyi biri olarak değerlendirme ya da onu da kurban olarak görme - Hayatta kaldığı için ve onu öldürmediği için istismarcıya minnet duyguları besleme

LİMA SENDROMU

Stockholm sendromunun tersi olarak adlandırılır. Stockholm sendromu ile aynı koşullarda meydana gelir ve rehin alan kişiler kurbanlarına bağlılık hissederler. 1996′da Peru’nun Lima kentinde gerçekleşen Japon elçiliği rehine krizinin ardından bu adı almıştır. Çeşitli ülkelerden diplomat, asker ve iş adamlarının bulunduğu partiyi basan 14 gerilla yüzlerce kişiyi rehin aldı. 4 ay süren krizde militanlar rehinelerin ihtiyaçlarını karşıladı, sevecen davrandı ve çoğunu salıverdi…

MEDYA ÖRNEKLERİ

- George Orwell 1984 isimli romanını 1949 yılında yazmıştı ve kitapta Winston karakterlerinin, kendisine işkence yapan kişiye aşık olduğunu anlatmaktaydı. - İlk çekimi 1933 yılında yapılmış olan King Kong filminde de, canavara kurban edilmek üzere olan sarışın kız King Kong tarafından kurtarılır, kız da onu sever… - Celladına aşık olan köle - A life less ordinary filminden karaler - They weren t bad people they let me eat, they let me sleep, they gave me my life, a hostage from flight 847 - Costa Gavras’ın Mad City filmi, - Güzel ve Çirkin (Beauty and the Beast) filmi - Terence Stamp’ın oynadığı The Collector, - Woody Allen’in Sleeper, - Sidney Lumet’nin Dog Day Afternoon, - Nick Cassavetes’in John Q filmi, - David Hackl’ın  Saw (Testere)  filmi - Samuel L.Jackson ve Kevin Spacey basrollü  “The Negotiator“ filmi - Stockholm Sendromunun örneklendiği öyküleri olan başka yapımlardır… Türk Sinemasındaki örnekleri için; - Gırgır ali, Cüneyt Arkın-Hülya Koçyiğit - Seni seviyorum, Yaşar Alptekin, Melike Zobu - Fırtına, Kadir İnanır, Harika Değirmenci - Deniz Yıldızı, Kenan Kalav, Gülben Ergen


STOCKHOLM SYNDROME

14 Ağustos 2016 Pazar

DAN BROWN "CEHENNEM" Mİ? MARINA FIORATO "BOTTICELLI'NİN SIRRI" MI?

DAN BROWN "CEHENNEM" Mİ? MARINA FIORATO "BOTTICELLI'NİN SIRRI" MI?

    “Da Vinci Şifresi ” ile uzun süre konuşulan ve tüm dünya da bestseller olan kitabın yazarı Dan Brown’un yeni kitabı “Cehennem” üzerine biraz konuşalım istiyorum. Müthiş bir pazarlama çalışması ile her kitabında olduğu gibi,Dan Brown’un bu son kitabının da pazarlama ayağı kusursuz çalıştı. "Cehennem" de çok satan olmayı başardı.
    
    Ancak burada ülkemiz okurlarını ilgilendiren farklı bir ayrıntı vardı. Kitabın finali İstanbul da geçiyordu. Kitabın ülkemizde uzun süre çok satanlar listesinde bir numara olmasının esas nedeni, içeriğinde bizden bir parçayı barındırıyor olmasıydı.
    Daha önce hiç Dan Brown kitabı okumamış olmama rağmen ben de bu kitabın pazarlama ve reklam stratejisini etkileyici bularak ve içeriğini merak etmemin de katkısıyla kitabı satın aldım. Doğrusunu söylemek gerekirse, kapak tasarımı ve kitabın sloganını çok beğendim. Ancak içeriği bende hayal kırıklığına neden oldu.
    Öncelikle Dan Brown’un mimari, sanat ve tarih bilgileri kusursuz. Venedik'i anlatırken size oradaymışsınız hissini müthiş veriyor. Sanat eserleri tarihine de çok hakim. Kitabın içeriğinde bir hareket var, bunu çok rahat seziyorsunuz ancak ortam anlatımları ile o kadar boğuluyor ki sanki durağan bir ortam da sanat tarihi ile ilgili akademik bir kaynak okuyormuşsunuz havasına kapılıyorsunuz. Geçmişin korkularının (salgın hastalıklar,veba,engizisyon,sürgünler) hala Avrupa önde gelenlerinde canlı olduğu ve sürekli olarak bu korkuları kendilerine referans alarak ileriye dönük çalışmalar yaptıklarını bu romanda da görmekteyiz.
    Kitabın ana kurgusu ise çok basit kalıyor. Transhümanizm denen bir akımı savunan bir bilim adamı, bir virüs geliştirir ve insan ırkının daha fazla üremesini engellemek istemektedir. Bu konu ile ilgili o kadar çok kitap yazıldı ve film çekildi ki artık bu konu kimseyi etkilemiyor. Detaya indiğinizde benzer bir akımın olduğunu öğreniyorsunuz. Hatta Malthus 1789 yılında yazdığı kitabın da baskıcı ve negatif etkenler ile önleyici tedbirler başlıkları altında benzer fikirleri savunmuş ve ciddi bir takipçi toplamıştır. Kitabın içeriğinde beni en çok etkileyen nokta, dünyanın daim olabilmesi ve insan ırkının belirli bir sayıda tutulabilmesi için üretilen virüsün bir salgın hastalık ile ölümlere yol açmak yerine, insan genlerine havadan bulaşarak kısırlık yaratacak olmasıydı. Bunun ciddi ve etkileyici bir düşünüş olduğu düşüncesindeyim.
    Kitapta beğendiğim bir diğer ayrıntı ise bilim ile dinin arasında ki çekişmenin tatlı bir eleştirel boyutta anlatılmasıdır. Örneğin bir bilim adamı ile Dünya Sağlık Örgütü Direktörünün konuşmasında ”Dünya Sağlık Örgütü olarak Afrika kıtasındaki insanlara ücretsiz prezervatif dağıttık.” diyen direktöre karşılık bilim adamının cevabı hem manidar hem de düşündürücüdür ”Ardınızdan giden Katolik misyonerler de prezervatif kullananlar cehenneme gider sloganı sayesinde Afrika kıtasında kullanılmamış prezervatif tarlaları meydana getirerek yeni bir kirlilik oluşturdunuz…” 
    Kitabın kurgusunun temelinde Dante Alighieri’nin “İlahi Komedyası” oturuyor. Olaylar bu temel etrafında oluşuyor. Yazarın Dante, İlahi Komedya ve Dante'nin yaşadığı dönem ile ilgili verdiği bilgiler doğrultusunda, uzun bir süredir edinip okumak istediğim İlahi Komedya üçlemesini edindim.14.yüzyılın başlarında,1555 yılında yazılan üçleme bir eserin ilk cildinin, böylesine bir esere ilham vermesi de gerçekten etkileyicidir. Dante’nin cehennemi ile Brown’un cehennemi arasındaki en büyük benzerlik ise her ikisinin de içeriğinde Katolik mezhebinin sert kavramlarına karşı duruşları barındırıyor olmasıdır.
    Dante yaşadığı dönem de çağdaşlarını etkilemiş bir sanatçıdır. Bu etkilenim öyle bir noktaya gelmiştir ki,”İlahi Komedya” dan etkilenen Boticelli “Cehennem Haritası / La Mappe Del Inferno ” yu resmederek bir nebze Dante’nin hayalini gerçeğe çevirmiştir. Romanın içeriğinde de Boticelli orjinalliği bozulmuş bir versiyonundan yola çıkarak bir çok düğüm çözülmeye çalışmaktadır.
    Dan Brown’un iki kitabı “Da Vinci Şifresi ” ve ” Melekler ve Şeytanlar” Holywood tarafından beyaz perdeye aktarılmıştı.Her iki filmi de büyük bir zevk ve heyecan ile izledim.Ancak kitaplarını okumadığım için şu an gayet memnunum.Dan Brown’un yazın stili okunduğundan okuyucuyu çok hareketlendirmese de ,film versiyonlarında aksiyon hiç bitmiyor ve film bir görsel şölene dönüşüyordu.Eminim ki “Cehennem” romanı da yakın zaman da beyaz perdeye aktarılır ve müthiş bir film izleriz.
    Son söz olarak çok bir beklenti içine girilmeden okunacak bir roman. Ayrıca türden hoşlananlar için bir de tavsiye de bulunacağım.Marina Fiorato’nun “Boticelli’nin Sırrı” kitabını da okumanızı tavsiye ederim.Bakın bakalım iki kitap arasındaki benzerlikleri bulabilecek misiniz?

 Saygılarımla.

ESER ÖZÇARKÇI
STOCKHOLM SYNDROME